Sayfalar

15 Aralık 2010 Çarşamba

dörtnaldörtayak


1.

Doğduğumda beni gül suyuna yatırmışlar tutup ayaklarımdan
Öpmüşler durmadan ve durmadan bir adam fısıldamış kulağıma
“Kızıl atlar, güzel atlar, benim güzel kızım en yüksek yerden atlar.”

2.

Kediler uçmayı bilmiyor sevgilim patır patır dökülüyorlar çatılardan.

3.

Her gece ama her gece sesleniyorlar oradan en uzaktan oysa ben
Sana ellerim boş - ıslak, tenim kuru-beyaz gelmiştim aldırmadan
Tırnak aralarımda kalan gül yapraklarına, sırtımı deşen dikenlere
Göğsümdeki gülleri ölmüş ve geçmişe bırakıp, sona gelmiştim

4.

Atlar konmayı bilmiyor sevgilim, nefes nefese en yükseğe koşuyorlar.

5.

Şimdi eklemlerim arasında saklı boşluklar kalın dikenli kementleri saklar
Her koşuda biraz daha aşağıda onlar, can çekişiyor kanlı yeleleriyle kızıl atlar

6.

Ihlamur kokan bir yatakta ölüyor bir adam her sabah, kan sızdırıyor çatılar
Sesleri dinliyor en uzaktan, perdeler çekiliyor göğe, kilitleniyor kapılar

7.

Her sabah ve her akşam, uzaktan gelen sesler onu yutar ve
Her yaz ve her bahar, gül kokusu ıhlamuru boğar oysa ben
Sana içimde seninle ve ellerinle gelmiştim karanlığa aldırmadan
Geleceğin mezarlarına döktüğüm gül sularına, mis kokulu cinayetlere
En baştan tutup öldürmüştüm, en başa dönmüştüm.

8.

Mum alevleri bedenlerde sönüyor; her seferinde içimde bir kedi, bir at ölüyor.


berfinb.
12’aralık’10/ Kadıköy

8 Aralık 2010 Çarşamba

Sarmaşık Hastalığıdır Dünyanın


Tepe taklak olmuş bir kentin sokaklarında uçuşturan beyaz perdelerini laciverte boyalı bir evin, sedasız bir rüzgar geziniyor. Uzun betimlemelerden sıkılıp ağır kitaplar okuyan kocaların karıları inadına özenle temizliyor kitaplıktaki uzun betimlemelerde boğulan öykü kitaplarını, o kocalar bu öyküyü okuyamayacaklardı bu yüzden yazmalı diyor kocalardan uzak duran kadının biri mum ışıkları tütsünün titrek dumanını işaret ederken, özgürlük; okunmayacağını bilmek yazılanın. Rüzgar, çığlık atmaya bayılan martıları teğet geçiyor, topuk sesleri güçlü kendisi cılız bir kadının pardösüsünü incecik titretiyor, parlak kısa saçlarının bittiği yerde beyaz ensesi parlayan kadının sırtına dokunuyor, içi ipince üşüyor kadının. Satırların bittiği yere yakın, sönecek bir mumun endişesini taşıyor özgür kadın; kapalı kapıların altından, pencerelerin kenarında kalan hiç doldurulamayacak boşluklardan girip rüzgar, ya sönerse mum… Koca, gömülüp teorisine dünyanın görmüyor inadına hayatını temizleyen karısını. Beyaz perde karısının yüzünü okşarken dokunmayı teorize eden koca, kitabını yüzüstü bırakıp sehpaya, kırmızı büyük koltuğundan kalkıyor, pencereye yöneldiğinde sokaktan geçen kadının topuk seslerini duyup bakıyor kısa saçlı cılız kadına, belki beğeniyor, belki karısından başkasına dokunmayı istiyor ilk defa fakat pencereyi kapatıp çekiyor karısına dokunan beyaz perdeyi. Kısa saçlı kadın, biraz daha hızlandırıp topuk seslerini bir yandan yakası hiç kapanmayacak pardösüsünün yakasını kapatmaya uğraşıyor, bir otomobildeki yansımasına göz ucuyla baktıktan sonra tek eliyle pardösüsünün yakasını tutup diğer eliyle saçlarının arasında geziniyor. Otomatik yanan sokak lambalarına sövüp gitgide daha hızlı atıyor adımlarını. Özgür kadın, kocası olmayacağından emin olduğu adamın yan odasında evin içinde yankılanan ayak seslerini dinlerken müziğe uydurmaya çalışıyor parmaklarını, gitgide sona yaklaşan bir öykü yazmanın verdiği huzursuzlukla yaktığı sigaraların dumanını mumlardan uzak tutmaya çalışıyor. Kısa saçlı kadın, yaklaştığını anladığında önce cebinde yıpranmış sarı küçük kağıdı çıkarıp özenle yazılmış adrese tekrar bakıyor, arkasından tek katlı evlerden çok uzakta yapılmış soğuk apartmanların adlarına. Yürüyor; bir apartman, bir apartman daha, bu da değil, buluyor. Özgür kadın, yanındaki koca kitaplığa bakıp başlayıp bitiremediği bütün kitaplara iç çekerken; kısa saçlı kadın, soğukta kızaran fakat hala bakımlı parmaklarından en ileriyi göstereniyle doğru olduğunu tahmin ettiği zile önce usulca, sonra biraz daha hızlı basıyor. Çok geride kalan karı-koca yatakta birbirlerine sırtlarını dönmüş kapanan göz kapaklarına inat kitaplarının son satırlarını okuyor, özgür kadın zil sesiyle irkiliyor, halbuki bunu bekliyordu. Karı-koca, kitaplarını çift kişilik yataklarının yanında duran antika komidinlerinin üstüne bırakıp gece lambalarını kapatıp uykuya hazırlanıyor, kısa saçlı kadın zile bir kez daha basıyor. Özgür kadın, masasından kalkıyor mumları için kapalı tuttuğu kapısını açıp, evin kapısına yöneliyor, bir düğmeyle apartman kapısını açarken hiçbir zaman kocası olmayacak adama gülümsüyor. Karı-koca, kısa saçlı kadının apartmanda yankılanan topuk seslerini duymadan yorgan kavgasına son verip, yatağın iki ucundaki yerlerini alıyor. Kısa saçlı kadın ile özgür kadın birbirlerini görüp, çok sade gülümsüyorlar. Birbirlerine hiçbir şey demeden kısa saçlı kadın, özgür kadının hiçbir zaman kocası olmayacak olan adama sarılıyor. Özgür kadın, içinde rüzgar getiren kısa saçlı kadının bilmeden söndürdüğü mumlara bakıp, kağıtlarını toplarken rüzgar, içinde horultularla uyuyan karı-kocanın bulunduğu laciverte boyalı evden uzaklaşıp, tepe taklak şehrin çığlık atmaya bayılan martılarına yöneliyor…


berfinb. 08'aralık'10

8 Kasım 2010 Pazartesi

en çok sevdiğimizi sandığımızla en çok sevdiklerimizi birbirinden ayırdık sandıklarımızda


Vapurlarla uçmanın hayalini kurmuştuk ki
ucuz şaraplarla tabutlara soktum ben babamı
ve annemin sesi artık hapis sanal dünyamda


gerçeklik neydi, bilmiyordum ben sadece
binemedim 12'ye 5 kala kalkan taşıtlarınıza
12'de evdeydim, önce biraz şarap içtik
bazen pencereler sıkışır ve ölür insanlar odalarda
ne morg ne tabut çürür cesetler beden bu değil aslında
tutukluk yapan silahlar yerine vurdum onları ekranlarla
sesimi özlerken onlar bana dokunmayı beklerken öldüler.
12yi çeyrek geçiyordu, aradı. bir şeyler mırıldandı
mekanik sesler vardı,karıncılandı ekranlarım,mekanik sesler
sevgilim biliyor musun? her yerdeyim, her yerdeler.

ben istemedim, bu kez o gitti.Elmalarım saçıldı yerin altına.
Çimlenmeyecekler, yeşermeyecekler.
12buçuğa gelirken inlemelerini duydum,oysa siz de biliyorsunuz
kendisi istemişti ,bir kez daha kilitledim kapıyı, perdeleri çektim
adımı mı söyledi, vicdanım mıydı? bilmiyorum, şaraba uzandı elim.

Uçmak mı? Yüzmek mi? Şimdi ikisi de mavi, çocukluğum bitti.
Çimlenmeyecek, yeşermeyecek.

Ölülerimizin şerefine önce birer demli çay içtik,arkasından
sabahlara kadar seviştik,saat 1i biraz daha şarap geçiyordu.
Sıkışmışlığımızla varlığımız arasında ne fark var?
Oysa ben, biraz sözcük ve müzik, iki parça candım
kızımı ve oğlumu öldürdüm önce çok küçüktüm,
annemi ve babamı ardından şimdi çok büyüğüm.


kargalar çocukluğumu d'eşeliyor mavi göğünüz kan içinde.
Yeşerecek hiçbir şey yok ellerimizde.


Sevgilim, söylemiştim:

en çok sevdiğinle en çok sevdiğini sandığın şeyi özdeşleştirme, yanıldığını gördüğünde en çok sevebilecek bir şeyin kalmayacak,yalnızlaşacaksın.”


berfinbinbir/ 08'Kasım'10
Kadıköy


3 Kasım 2010 Çarşamba

Düştü eller

Az kalsın ağlayacaktım. Az kalsın bugüne kadar ne gördüysem gözlerimden, neye dokunduysam parmaklarımdan kanayacaktı.
Bir Kasım akşamı çıkıp geldiler, en hazırlıksız zamanlarımızdı. Ben yıkmaya başlamıştım hayallerimi ve gerçek bile bir yanılsamaydı, geldiler. Balkondan düşürdüm saksılarda çocukları, en az yarayla ölsünler diye. Ve bağlılık korkunçtu sevgilim, hastaya bağlılık, aşka bağlılık, ölecek olana sarılmak korkunçtu. Korktum, gözlerim doldu. İnsanlar gördüm, başıma ağrılar girdi saatlerce, ağrıdı. Dokundum, dokunanlar oldu, parmaklarım acıdı sevgilim bir ekim sonrası kasım akşamında, kanadılar. Hastalar, ölecek olanlar, aşklar ölmesindi çok yaşasındı, kabuslar bitsindi.Fakat değil şimdi, bu duygusal zırvalamalardan değil,bu bir kasım akşamı yazısı. Çığlıkların yükseldiği, sevindiğimiz, üzüldüğümüz, kimimizin korktuğu fakat sen korkma sevgilim, bu gece anne oluyorum. Bu gece bir bebek doğuyor tekrar, çok önce var, olmuş. Kargalar gelecek uzun uzun bakacaklar martı çığlıklarıyla, korkmuştum bu gece korkmuyorum, sen eğer üşürsen sokul biraz içime. Bu gece izin ver ruhunun bedenime girmesine, bu kasım gecesinde tekrar…
Hepimiz kuşlardan bahsediyorduk ki ben attım seni saksılarda balkonlardan aşağı, parçalandın. Az kalsın ağlayacaktım sen parmaklarını sokmadan gözlerime…

berfinbinbir/mitatmarul*
3-4 ekimkasımaralık 2010

*mitatmarul'a öpücükler bol bol.

31 Ekim 2010 Pazar

Ben, her kimse.


Önce yüzünü buruşturdun ardından ağzını açtın, dudakların oynadı, parçalayan dişlerin göründü, bir sarılık dilinden aşağı doğru kaydı, sanırım bir şey söyledin; duymadım nefes alışverişinden başkasını.
“ Çok ekşi..” dediğine inandım “daha fazla yutamam.”. Korkunç uğultu, ekşi bir koku, ağzımızdaki yaraların acısı, her solukta biraz daha içimde. Kaçmak mı demiştin gitmek mi bilmiyorum aslında sen bir şey demedin ben duydum, kimse beni böyle sevmemişti. “Neye bakıyorsun?” diyecektim gözlerini kapattın, her yer hiçbir yer her şey hiçbir şey hepsi hiçbiri, maviydi.Kimse benden bu kadar nefret etmemişti. Şiirler vardı bir de kadınlar, tükenirlerdi. Çığlıklar vardı ve martılar, her sabah tanrım her sabah bitip tükenmezdi, dokunamaz beklerdim. Reçeteler ve haplar vardı, uyku kaçıran ve uyutan, kanatan kanırtan acı haplar vardı, hayır ekşiydiler ve mavi. Yanan eller ve titreyenler vardı soğuktan, soğukta büyüyen. Geldiler ve gördüm, her şey bitti. Fakat sen, vardın her gün her gece her an vardın, göremedim, bitemedi. Evet, benim o orospu seni ellerinden alan,evet benim o huzur verip ellerinde uyutan, evet benim o giden ellerinden atan. Evet benim o, sevdiğin bazen nefret ettiğin acı veren acı çeken, öldüren benim, ekşi haplar benim, martılar benim, korkunç düşler ve uykusuzluk.
kimsebendenböylenefretetmedi.
Hayır diyorum sana olamam hiçbiri, hiç biri olmadım ben, onların biri belki yüzlerin. Yüzlerindeki öfke yüzlerimde ki keder ve ben ve başka ben.
kimsebendenböylenefretetmedi.
Kulaklarımda uğultu, duyamıyorum. Titreyen eller düşüyor, dokunamıyorum.
kimsebendenböylenefretetmedi
Gözlerim akıyor, ekşisinden. Yutma, ben de yutamayacağım zaten.
kimsebendenböylenefretetmedi.
kimsebendenböylenefret
kimsebendenböyle
kimsebenden
kimse.
sen.
.

berfinbinbir/31 Ekim 2010/Kadıköy

29 Ekim 2010 Cuma

Fırtına Sonrası Sevgiler

Gidenler oldu, “Tamam..” dediler “..gitsinler, kalanlar istedikleri kadar kalabilir.”
“Sen gidecek misin ?” diye sordular, “Bilmiyorum…” dedim “…kapı görünce dayanamam çıkar giderim ama yine de kalmak isterim.”
Gidemezmişim eşikler yükselene kadar, beklemeden gidersem geri gelemezmişim. “Neden?” diye sordum:
“Neden siz, şey, siz neden rahatça gidip gelebiliyorsunuz? Geri döndüğünüzde nasıl girebiliyorsunuz? Peki, ben neden giremeyeyim?”
Bakışları değişti, sinirlendiler sandım fakat sinirlendirmeye yetecek kadar içlerinde mi değilim ne?
‘Çünkü’ ile başlayan bir cümle beklemiştim, gelmedi. Kapılar kilitliydi, rüzgarda açıldılar. Ben kapıya yöneldim, belki açık kalsın kalsın diye belki korkumdan açık kapıdan çeker giderim diye, kapıya yöneldim. Dışarısı soğuktu, rüzgar heryerimi kuruturdu oysa ben özenmiştim; yaralı bereli fakat yumuşaktı ellerim. Dışarısı kalabalıktı, kaybolurdum; korkardım insanlardan. Dışarıda yağmur vardı, ağlamazdım giderken ama yalan söylerdi barlardaki insanlar, süreyya operasının kedileri, sokak lambaları, martılarınız, vapurlarınız yalan söylerdi, ben ağlamazdım giderken.Dışarıda açlık vardı, yoksulluk, oyun, iftira, kör kediler vardı, sakat insanlar, doğuştan deliler, ultra-zenginler,ayyaşlar,sesler, renkler, kokular vardı birbirine karışan; kaldım, çıkmadım.Yine de yöneldi ellerim kapıya bilinçsiz, kapı çarptı. “Alın beni..” dedim, “..gitmek istememiştim, sadece kapı çarpmasın diye...” Almadılar, kapıyı açmadılar, ellerimin üstüne kitlendi kapı, “..sevgilim, lütfen aç,lütfe-en!”
Açmadı. Bir daha yazamadım, dokunmadım onlara...


Yasaklanmış Notlar:

"Yalan söyledim, anlattıklarımın hepsi yalandı.Yoksa nasıl yazardım bunu,yalanlar söylemesem ne anlatırdım sizlere.Onları bilirdim beni severlerdi, artık başka bir yere gitmezdim, gidemezdim.Okuyanlar hep gitmemi ister bilirim, yoksa nasıl çeker ilgisini yazdıklarım. Okuyanlar ölmemi ister, yoksa nasıl inanırlar acı çektiğime. Okuyanlar benden uzaktır, uzak kalsınlar."

berfinbinbir/29.10.10/Kadıköy

27 Ekim 2010 Çarşamba

Kabus

Parisin çöküşüne bakıyoruz bir uçtan bir uca üstümüze yıkılışına

Etrafa saçılırken dokunuşların
göğsümü güzel kuşların parçalıyor,belle.
Hiç senin olmadım, emin olamadım
Belle, seninle kalamazdım.
Eyfel yıkılsın üstüme
En dibine gömüleyin suyun
Doğru değilse sözlerim.
Belle, ne istedin şiirlerimden
Bu kaçıncı şehir altında kaldığım
Enkazını taşıyamam,gitmeliyim belle.

Dünyamızın yıkılışına bakıyoruz, sonsuz boşlukta paramparça oluşuna.

Ateş sönüyor, kaos sonsuza dek sürmez, belle.

27'Ekim'10

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sözlüklerden Sözcükler

Bir asit gibi geçen boğazımızdan
Pençelerini saplamış ciğerlerimize
Nefes alıp verdikçe ölüyoruz.

Ait olmanın anlamından uzakta
İçimizdeki kart’allarla
Bir cennetten gidenlere bakıyoruz
Bura’lı olsak bu kadar olmazdı ama
kahretsin uzaklardan geldik istesek
de gidemeyiz artık, sıfırın altında
Duruyoruz, yansak daha mı iyi?

Bana kızma, bir cehennemi taşıyorum
Takalarda mutluluk var,ben ağlıyorum
Bilmeni istemezdim sevgilim ama
Pençeleri de var serçelerin.

Ve bir takanın gidişine bakacağım
İçi boş geri gelişine, hüzünlenmeyeceğim
Yalnızca, gel-git’lerim olacak
belki sen çoktan gitmiş olacaksın
gelmemek üzere, ben artık konuşmayacağım
ölüm üzerine bahislerde, yer almayacağım
oyun bitti,daha fazla kart’almıyorum.


berfinbinbir/ ekimdebirgünikibinon / Kadıköy

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kadın*lar


Kadınlar gördüm
Onlarca, yüzlerce
Kadın-lar.

Sokakta yürüyen, işe giden, evden çıkan, terkeden- terkedilen, ölen ve öldüren, peçeli- peçesiz, pençeli-pençesiz, melek, şeytan, vuran- vurulan, yere düşen, ağlarken gülen, gülerken ağlatan, okuyan, ok atan, dövülen, konuşan, hep susan, çocuğunu emziren, çocuğunu öldüren, çocuğunu büyüten, çiçeklere su veren, ağaçları kesen, odun kıran, soba yakan, çay demleyen, içki içen, sevişen, taciz edilen, kitap okuyan, yazı yazan, şiir yazan, oyun oynayan, intihar eden…

Yüzlerce belki binlerce kadın gördüm.
Biliyor musunuz? Hepsi insandı, onlarca yüzlerce binlerce adam kadar insanlardı.Kadın-lar.

Gün'ü İçmek


Bu sabah daha fazla uyumayacağım
ve kuşlardan sözedeceğim sana


1.Bardak

Sessizlik mi demiştin yalnızlık mı, hatırlamıyorum. Ben yalnızca çığlıklarını duydum onların. Sert eserdi rüzgar, sen sert bir kahve içerdin. Bedenim zorlardı beni, azalırdı ellerinde acılarım. Hayır, geçmedi hiçbir şey, ne acısı ne sevinci hayatımızın, hiçbiri bitmedi. Tam bu sabahtı, acıyla uyanışım, seni görüşüm, gülüşün; hepsi bu sabah. Sıcak yatağımızda ben yatıyordum, sen rüzgarlarda oturuyordun. Bu sabah gök-yüzüne tekrar hayran kaldığımı nereden anladın?

Martıların da yuvaları olmalı
Hatta kargaların da
Tekrar yaşanıyorsa aynı an
Ya acı ya sevinç olmalı altında


2. Bardak

Sarınıyoruz satılık anne şefkatine bir kere daha annesizliğimizin şerefine. Paketlenip satılıyor imgelerimiz, ayrılıklarımız, aşklarımız. Pakettekiler güzel olmuyor, güzel kokmuyor ama belki tekrar bu sabah da… Yaşam mı demiştin ölüm mü, hatırlamıyorum. Ben yalnızca kokularını düşündüm onların. Sert kokardı ölüm, yaşamı bilmiyorum. Bu sabah, beni sıcak yatağımıza yatırdın, üşümüştüm sen de ısıttın. Peki, kulaklarımı da tıkar mısın? Duymak istemiyorum kuş seslerini, onların seslerini; bana neşeli bir şarkı çalar mısın? Evet, bir sigara daha alabilirim.


Onunla ben evimizi sırtımızda taşırdık
İçimize alınca ağır geldi
Aslında yalnızca sevebilsek yeterdi


3.Bardak

Kalkışa hazırlanıyorlar, çığlıklar ata ata gidecekler. Dertleri gitmek değil, dertleri çok kuru, gevrek. Neden vazgeçtin kahvenden anlamıyorum, çok kalınca acılaşır bunlar. Tamam, bence birkaç dalın ve suyun sorumluluğunu alabilirim üzerime. Gitmeye hazırlandılar, yarın sabah hatta bu akşam farklı olacak dönüşleri, kalsalar da farklılaşabilirdi tabi, değişmeyen değişim… Çikolatanın, aromalı sakızların kokusu uçar, senin kokun dönünce de aynı mı olacak? Bir bardak daha içseydik birlikte, ben yakmadan parmak uçlarımı. Belki bir sigara içimlik mesafe, bir öpücük, bir öpücük daha diğerinden kısa. Biliyorum zaman yok, mekanlar karmaşıklaşmak zorunda, sesler değişmek, nefes almak zorundayız.Temizlemek ve kirletmek, bazılarımız gitmek ve dönmek zorundayız. Öyle gidişler değil bunlar, biliyorum. Gitmek yine de gitmek bazen, yanına bir şeyler alarak ya da almadan. Siyah mı demiştin beyaz mı, susmuş muydun gülmüş müydün kızmış mıydın yoksa, hatırlamıyorum. Ben yalnızca bekledim ve nefes aldım, içime çektim kokunu, tenine dokundum.Açsan bir şeyler hazırlayayım, ocakta çayımız demleniyor.

Var olamayışım oluşuma aykırı
Yapamam artık yalnızca yazabilirim

berfinbinbir.
19 Ekim 2010/Kadıköy

Son Bahar'a Hazırız

“ Size o kadar güzel şeyler vereceğim ki kendinizi berbat hissedeceksiniz.”

Kesik saçlı anne’sizlere çıkıyor sokakların
En çıkmazı ‘ben de isterdim’lerde
Ölüyor bir kadın sevgisinden çocukların

“Ben de severdim geçmişte bir yerde bir kadın”

Kızlığını kaybetmeyi seven
Sever anneliğini de kaybetmeyi
Ne güzel doğmuştuk
Bak ne biçim ölüyoruz şimdi

“Ölümü bilmeyen yaşamı haketmez”
diyordunuz

ben öldürdüm onu
onunla ben öldüm

“ anne, artık ağlama. Geri döndüm”



hemen sonradan biraz öncesi 2010/ Kadıköy

Bekleyiş


Sen vardın, buradaydın
Olmasaydın beklerdim

Bir martı çığlığı aşkın ekşimsitadı
Soğuk bir gecede sıcak şarabın
Sonucu hep feryata dönüşen kahkalarımızın
Kulak tırmalayışı, ayrılığın dönüşü aşka
Aşk!

Annesiz çocuklardık, büyütmeye çalışırdık bizi büyütenleri, özlerdik bir kucağı arar da bulamazdık. Dolaşırdık, çıkmaz sokaklardık. Küçüktük büyürdük fakat büyümeyecek çocuklardık. Onlarsa yoktu,biz beklerdik gecelerden sabahlara, sabahlardan gecelere arardık; aralardık kavuşma saatlerini, saatlerin arasındaki boşluklardık. Ne çok severdik!


Trenlere binerlerdi onlar
Biz kalırdık
Vapurlarla giderlerdi
Biz beklerdik

Bir paşayı severdim ;paşa da ne paşa heybetli, gösterişli biraz da sinirli. Şarkılar söylerdim ona gürültüsünde duyulmazdı. O vapurları sarardı ,trenleri severdi. Ben de severdim trenlerle vapurların buluştuğu kimseleri. Onlar giderdi bir paşanın içinden, hiç tükenmeden, dönmeden arkalarına çekip giderdi. Paşa şehrin içinde; paşa benim, ben paşanın içinde, beklerdik. Beyoğlu onun oğluymuş, o başka bir beyin oğlu. Uzaktaydı ondan uzaktan severdi, kavuşamayacakları belliydi. Trenler geldiler ve gittiler, gittikçe geldiler vapurlar; birleştiler. Ben dağıldım paşanın içinde, paşa hep benim içimde. Çocuklar vardı, vapurları anneleri sanardı, hiç büyümeyecek annesiz çocuklardı. Rüzgarlı anne kucağına yatarlardı her gün, her geceyse uzaktan bakarlardı. Vapurlar giderdi, annesiz kalırdık. Ayrılırdık.

Geceler soğurdu kahkahalarda
Feryatı boş kadehlerimizin
Gözyaşının ekşimsitadı
Ağzımız dilimiz yanardı
Hayatın acısında bazen
Dönüşmüyor ayrılık aşka
Ayrılık!


berfinbinbir
10.10.2010 / Kadıköy

10 Eylül 2010 Cuma

Gökyüzü bembeyaz sevgilim ,
bu gece de yanımda ölür müsün?



6 Eylül 2010 Pazartesi

Jezebel


Jezebel, bana onlardan uzakta bir yer göster.

Yakıcı bir koku her yeri sarıyor, gözlerimi açıyorum. Onlarca insan dikkatle yüzüme bakıyor ilk defa insan görmüşler gibi. Beyaz eteğim çamur olmuş, ellerim titriyor. Burnumda hala yakıcı bir koku, birisi elini ağzıma burnuma dayıyor, itiyorum. Çekmezse bir kez daha bayılacağım bu kokudan. Birisi bağırıyor " Açılın azcık nefes alsın kadın." haklı, sayenizde öleceğim nefessizlikten kalabalık şehirlerinizde. Kiminiz sevineceksiniz, kiminiz üzülmüş gibi yapıp daha çok seveceksiniz öldüm diye. Kalabalık dağıldıkça yeni bir kalabalık oluşuyor. Seyirlik hayvanları anlıyorum bir kez daha. Ne kadar çok ölürsem o kadar mutlu olacaklar, akşam sofralarında anlattıkları hikayeler o kadar heyecanlı olacak. Titreyen ellerimi yere dayayarak zar zor kalkıyorum, bana uzatılan eller geri çekiliyor. Beyaz eteğime bakıyorum hüzünle, şehrin çamurunu atıyorum üzerinden. Ayağa kalktığımı görenler dağılıyor; bu kez de malzeme çıkmadı onlara, ne yazık. Bir iki kişi yüzüme bakıyor ısrarla, ellerindeki kolonyayı uzatıyorlar bir kez daha, tiksinerek teşekkür ediyorum. Birisi çantamı uzatıyor alıyorum arkasından fularımı zoraki gülümsüyorum bir kez daha. Dizlerim titreyerek devam ediyorum yola. Neredeydim? Ne yapıyordum ? Hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlayamayınca pek de gerçekçi olmayan bir tahmin yürütüyorum: " Doğru ya, hatıralarımı arıyorum.". Bütün kuytu köşelere bakıyorum, kesin bir yere sakladım onları da yine unuttum. Şarapçıların ceplerine bakıyorum uzaktan, kağıt toplayıcıların eldivenlerinin içine, eskicilerin arabalarına; insanların sevmedikleri yerlere kaldırmış olmalıyım onları. Belki de kaldırmayı düşündüğüm günlerden birinde düşürdüm yolun orta yerinde kim bilir belki de saçıldılar sokaklara, taşların aralarına."Kimdim ben, neydim? "diye soruyorum, belki oradan bir ipucu çıkar. Hatırlayabildiğim tek şey:
Bir boşluk mu şimdi gerçekten hatırladığım tek şey? Doğmuş ya da doğmamış çocuklarım, bir evim, bir arabam belki bir işim ya da boşandığım bir eşim, annem hatta babam ya da düğünler, akrabalar, cenazeler, yüzler, isimler… Ya da bir ses, belki bir koku. Evet, deniz kokusuna karışan bir ıhlamur kokusu hatta biraz yanık şeker var içinde, en net hatırlayabildiğim. Oralarda bir yerde duruyor olmalı hatıralarım, o kokuya yakın bir yerde. Yoldan geçen bir kadını durduruyorum, önce üstüme başıma bakıyor sonra titreyen ellerime, biraz geri çekiliyor.


-Koku alır mısınız?

-Anlayamadım?

-Koku alabiliyor musunuz? Deniz kokusu mesela ya da ıhlamur ağacı belki yanık şeker?

-…

-Hiç biri mi?


Korkup gidiyor. İnsanlar gerçekten koku mu almıyor? Belki hastadır diyorum, burnu tıkalıdır. Birine daha sormak için yaklaşıyorum, gözlerini kaçırıp uzaklaşıyor. Sanırım çok pis görünüyorum. Bunu daha önce de yaşamışım gibi, anlamamak için kaçan insanlar görmüştüm sanki dünyanın bir yerinde. Bildikleri halde gözlerini kapatanlar, görmüştüm.

Jezebel, bana anlayacak kadar korkak olmadıkları zamandan bir an göster.

Dizlerim iyice titriyor, sanırım açlıktan. Bir şey yiyip yemediğimi hatırlamıyorum. Çantamı açıyorum; parçalanmış kağıtlar, bisküvi kırıntıları, dökülmüş tütünler, kırık kibritler. Çantamın içi de en az benim kadar pis, bir sigara çıkarıyorum paketten, biraz yamulmuş, karton paketlerden almalı artık. Çakmağı arıyorum el yordamıyla, bakmayınca daha rahat bulurum bu tür şeyleri. Çıkarıp yakarken rüzgar çıkıyor, hep böyle olmaz mı zaten ? Elimi kokluyorum hala kolonya kokuyor, sigara kokusu bastırır diye düşünüp sakinleşiyorum. Asıl amacımdan sapmamalıyım, hatıralarımı bulmalıyım fakat pek gücüm kalmadı. Bana yardım edeceğini söyleyen bir kadın vardı, ama sanırım o da kendi işlerine daldı. Ayaklarım beni ev yoluna sokuyor. Bu gece de bir karabasan, bu gece de üstüme çökecek duvarlar. Binalar, binalar, binalar tonlarca bina var, hatıralarımı buraya gömmüş olamam. Ev yolu, çabuk geçiyor her zaman binaların arasında koşmayı tercih ediyorum her gün. Beni yutacaklarından korkuyorum. Bir iki insan tanıyorum binaların yuttuğu, bir daha deniz göremiyorlarmış, ağaç da yokmuş. En iyisi koşmalı. Hem yarın daha temiz giyinir çıkarım sokağa, bu sefer bulurum hatıralarımı.

Jezebel, ben sen olamıyorum. Bana senin gibilerin olmadığı, yaşadığım yeri göster.


berfinbinbir 05.09.10

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir Şehrin Yok'oluşundan Dora'ya


İnsanlar sokağa çıkın
Palyaçolar bu gece evlerinizi patlatacak!

"Dora, kimse sesimi duymuyor."


Hareket başladı
Kedisiz ve atsız bir dünyanın hayalini kuranlar
İlk adımlarında kuşları kafese koydular.

"Dora senin de hayalin var mı?"


Kamyonlar denize çimento boşaltıyor.
Artık aynı olacak her şey
Artık her yer gri olacak.

" Sen en çok maviyi severdin, Dora."


Bu şehre ağır yasalar geldi.
Kafasını kaldırım aralarından çıkaran tüm çiçeklerin kellesi vurulacak.

"Dora artık dilediğince yürüyebilirmişsin."

Palyaçolar şarkı söylüyor
Palyaçolar şiir okuyor
Palyaçolar inadına
inadına ağlıyor, gülüyor
ölüyor ve öldürüyor.


Dora! anneme söyle bana acısın biraz.
İnsanlar kaçsın.

Dora! arkadaşlarıma söyle ağlasınlar ardımdan.
Evler yanıyor.

Dora! babam kahrolsun. Kalbi dursun.
Şehir tutuştu.

Dora! kedim beni özlemiş midir?
Yakarışlarını duyuyorum.

Dora! çok mutsuzum.
Palyaçolar gülüyor.

Dora!
İnsanlar üzüldü gidişime; annem acıdan, kedim açlıktan öldü.Babamın kalbi durdu. Bir şehir yok oldu.

Sen bana acıma
acı çek Dora!
Acın artık güç veriyor bana.

Bir şehrin betonlarında, upuzun griliklerde
İnsanların yakarışlarında gebert beni.
Dora.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

var'oluşa atsız yolculuk




Korkak ve umutsuz

bugün sevecekler çocukluğumu


"anne sivilcelerim büyüyor gitgide"






Yanmıştım
bir tutuş'tu kanım
Kız'mış'tım
Kadın oldum

"da onlar nasıl hiç değişmeden kalabiliyor anne?"

Anahtar deliğindeki gözü gördüm
Kırık aynada sivilce sıkıyordum
Delikteki fareye döndüm

- fısıldadım

"Korkma benden. Yılanın başı küçükken ezilir"


- ama ben Korkuyordum

hala Korkuyorum -






"Onlar büyüdükçe anne sana daha çok benziyorum "

"Artık korkma anne..."


"...yazdığım tüm şiirler anahtar deliklerinde"




15 Ağustos 2010 Pazar

Bir dakika sessizlik için şehrin bütün gürültüsüne katlanabileceğimi iddia ediyorum.


-Karanlığın içinde, bir bulutun peşinde koşan çocuğun ayak seslerini duyuyorum. Burnumda gelecek yağmurların kokusu fakat toprak şimdilik kuru. Çocuk bulutla birlikte koşuyor yeşilliğe; yaşananları unutmamak için, yaşanmayanları yaşamaya koşuyor. Ani bir fren sesiyle dağılıyor bulut, çocuk donup kalıyor. Bir dakikalığına sessizlik dünyayı sarıyor. Çocuğun gözyaşları toprağa düşüyor, sesini duyuyorum.İçime dokunduğu anda yağmur başlıyor. Yaşanmayanlar şimdi yeşeriyor.



-Normal bir kulağın anlam veremediği sözcüklerle ibadet ediyor yatağında bir fahişe. Duyuyorum; tutku, ibadetin kendisidir. Tutkuyla bağlanıyor olmadığından emin olduğu tanrısına. Yakarmıyor hesabını soruyor insanlığın, bir deliyle birlikte. Nasıl bir delilik ki bu sevişmek bir deliyle hem de ibadet etmek üzere. Yatakta akıyorlar birbirlerinin üzerinden, ses çıkarmadan soruyorlar parmak uçlarında sakladıkları soruları. Cevaplar hep insana çıkıyor, inliyorlar. Yatak akıyor, bir şelaleye karışıyor. Şelale duruyor, sessizlik sarıyor dünyayı bir dakikalığına. Fahişe, yatağından kalkıyor. Ayakları suya değiyor, suda yürüyor; adımlarını duyuyorum. Sigarasından çıkardığı bulutla şelale tekrar akıyor, kadın ağlıyor. Su, kurak toprakları yeşertiyor. Cevabı insan olan sorular giderek çoğalıyor.


-Şehrin kalabalık caddelerinden geçiyor bir kadın. Çığlık çığlığa insanlar tüm sokaklara giriyor, tüm sokaklarından çıkıyor şehrin. Durmadan çoğalıyorlar, durmadan kalabalıklaşıyor şehir. Aynı oluyorlar bir şehrin içinde, ayna oluyorlar birbirlerine. Işıklar, gözlerini kamaştırıyor kadının. Bir büyü bu, bir lanet ediş. Ağzını hiç oynatmadan sövüyor insanlara, küfürler ediyor ; duyuyorum. Yalnızca sessizlik istiyor, yalnızca bir yer arıyor kendine. Kalabalıkla birlikte bir sokaktan başka bir sokağa geçiyor. Durmuyor. Aniden sırtından girip göğsünden çıkıyor bir acı. Dizlerinin üstünde yere çöküyor.Uğulltular azalıyor; ışıklar, kalabalıklar silikleşiyor. Dünyayı bir dakikalığına sessizlik sarıyor. Kadın derin bir nefes alıyor, renksizliğin içinde kayboluyor. Kalabalık, onun yerini doldurmak için artık daha hızlı çoğalıyor.

berfinbinbir
15.08.10

3 Ağustos 2010 Salı

Soğuğun Masalı


“ Bana bir şeyler anlatsana…” dedi yanında oturan çıplak adama dönerek gözleri yarı açık genç kadın, devam etti “durup dinleme fırsatım olmadı hiç, hep anlattım. Dinlemek istiyorum.”. Adam kadına baktı gülümseyerek, kadının saçlarını okşamaya başladı, ağzını açmıyordu, anlatacağı hiçbir şey yoktu. Genç kadın, saçlarının arasındaki eli tuttu, yüzüne getirdi, kokusunu içine çekip öptü, uykulu gözlerini açıp adama baktı, “ anlatacak bir şeyin olmadığını düşünüyorsun değil mi yine? Hiçbir zaman olacağını düşünemeyeceksin ki zaten” dedi gülümsedi ve yine anlatmaya başladı.

"Bundan çok yıllar önce uzak diyarlardan birinde kocaman bir savaşın içinde güzel bir kız çocuğu yaşarmış. Kız o kadar güzelmiş ki o cehennemin içinde onu gören kendisini cennette sanırmış. Saçları şelaleye, gözleri zümrütlere benzermiş, kokusuysa insana umut verirmiş. Başka bir yere doğsaymış bir prenses olabilirmiş, herkes bunu söylermiş keşke annesi rahminde bir bomba taşısaydı da bu kızı buraya doğurmasaydı derlermiş. Bu güzel kız, doğarken annesinin canını, kanını, bütün güzelliğini almış derken daha çok küçükken babası ona masallar anlatırken üstlerine bombalar yağmış. Babası durmamış, açlıktan ölen insanların arasında kızını masallarla doyurmuş. Babası anlattıkça kızı büyümüş, güçlenmiş, güzelleşmiş. Her güzellik yanında kötülüğü de getirirmiş. Günlerden bir gün…"


Kadın sustu. Adam heyecanla masalın devamını bekliyordu. Kadın masalı yarım bırakıp devam etti sözlerine “ Babam bana hiç masal anlatmadı, fakat babalar o kadar çok şey bilir ki istediği zaman anlatabilir.” Tekrar adama çevirdi yüzünü, “ kızın olsaydım bana masal anlatır mıydın?”. Adam gülümsedi, kafasını salladı. “ Babam olsaydın, beni hiç bırakmazdın değil mi?” adam tekrar salladı kafasını. “Sana baba demeyi o kadar çok isterdim ki… Fakat babalar çocuklarını hiç terk etmezler.” Adamın söyleyecek hiçbir sözü yoktu, kadın sustu. Adam, masalın devamını merak ettiğini söyledi, “anlatmayacak mısın?” dedi, kadın adama bakıp gülümsedi, “ sen bu masalı zaten biliyorsun.” dedi. Adam sustu. Kadın yatakta doğruldu, adamın dudaklarına bir öpücük kondurdu. “ Bu gece yanımda uyur musun?” diye sordu. Adam hep yaptığı gibi kafasını salladı. Kadın, adamın göğsüne yüzünü gömüp huzursuzluk içinde uyudu.

berfinbinbir

03.08.10

Kediler-Atlar

Geceleri ıhlamur kokan yataklarda uyuyorum
Ve hiç istenmeyecek düş-üşler görüyorum



-keşke ben de yalnızca kadınları sevseydim anne-



Her yerimden öpüyorlar
Nasıl bir sevgi
bu nasıl bir acı
Boynumda bir önlük -beni öpme- yazsa üstünde
öpmezler mi gerçekten de?

İstemesem olmayı
Hiç olmaz mıyım artık?





Eşikte bir kedi duruyor
Bak diyorum gözleri ıhlamur yeşili
O kadar sevimli ki korkudan içim titriyor
Onlarsa kovuyor
Cehennemin dibine kadar gitsin diyor
Gözleri ıhlamur yeşili kedi gitmiyor





Geceleri uyanıp sayıklıyorum
“Bu düşüş yalnızca bir düş”





Gözlerim kapalıyken koşamıyorum anne
Oysa ben nasıl hızlı koşardım yıllar önce
Bana oğlum deseydin kadınları severdim
Öyle öğrendim



Sen oğlunu öp
Beni öpme
Sakalların batıyor
Anne






/berfinbinbir/ /03.08.10/


(bireylikler dergisi 35.sayı)
http://bireylikler.blogspot.com/

artakalanlar

Yatağına uzandı. Bir yalnızlığı paylaşmaktan çekinecek kadar korkak ve bencildi. Uyku göz kapaklarını zorlarken, olduğuna bir türlü inanmadığı 'tanrısı'na şükrediyordu hala delirmediği için. Biriktirecek çok fazla şeyi vardı, hafızasının taşıyabileceği çok fazla an. Her kumsaldan bir deniz kabuğu, her uçurumdan bir korku, her şiirden yeni bir acı, her kitaptan, her filmden, her şarkıdan, her ateşten daha fazla acı, daha fazla, daha fazla ve biraz daha..Acı. Her yoldan biraz daha eskimiş dönecekti ayakkabıları, her yoldan biraz daha büyümüş. Acısız yaşanmazdı mutluluk, ağlayacaktı ve kahkahalarla gülecekti en derin yarasına.Çünkü, içini görecekti. Sabretmeyecekti, hiç beklemeyecekti. Ve nasıl emindi yalnız, umutsuz ve delirmiş öleceğine. Erken değil aksine çok geç gelecek ve çok acı verecekti ölümü.
Yatağından kalktı, balkona çıkıp sigarasını yaktı. Yine kuşları bekleyecekti. Biliyordu bir gece kuş seslerini duyamadan ölecekti en saçma şehrin en çirkin en karanlık köşesinde.

30 Temmuz 2010 Cuma

TÜLDEN İNCE

“Ah Tanrım, eğer var olsaydın..” diye bağırdı genç kadın, nefes alıp devam etti:
“…eğer var olsaydın nasıl nefret ederdim senden!”. Yerinden bir kedi gibi fırladı, iki eliyle rüzgarda uçuşan beyaz tül perdeyi kavradı, olanca gücüyle çekip çıkardı. Yanındaki sehpanın üzerinde duran makası eline aldı. Elinde makasla aktığını sandığı gözyaşlarını silerken gözlerini çıkarmaya çalışır gibiydi, o sırada içeri biri girse pekala böyle sanırdı. Kucağında duran beyaz tül perdeyi keserken hala bağırıyordu: “ Yeni değil hiçbir şey, ne sevinçlerim ne üzüntülerim. Ve bir maske insanların yüzlerine yapıştırdığın ne ben çıkarabilirim artık ne onlar. Tanrım, ne yaptın bize?” . Kestiği büyük parçayı üzerine attı bir pelerin gibi, ağlamaklı devam etti sözlerine, “ beyaz şallar mı gerekiyor artık masumiyetimizi kanıtlamaya, nasıl masum nasıl yalnızım aslında, olsaydın da görseydin…”. Hıçkırmaktan hali kalmamıştı konuşmaya, aslında ne çok sözcüğü vardı. Üzerindeki tülü olduğu yerde bırakıp ayağa kalktı. Perdesiz pencereden, yüksek bilmem kaç katlı evlere baktı. Ne çok hayat, ne çok mutluluk, ne çok acı vardı ama gerçek diye güvenebileceği ne kalmıştı? Kıyafetlerini ağır ağır çıkarıp pencereden aşağıya attı, donu teknoloji harikası(!) bir klimanın motoruna takıldı. Klimanın sahibi görseydi kesin lüks klimasının bozulacağından korkup avazı çıktığı kadar bağırırdı fakat o bağırmadan komşusu olan genç kadın bağırmaya başlamıştı. Tülü yeniden sırtına aldı. Pencerenin çerçevesine oturdu, kafasını kaldırıp görünen bir iki tane yıldıza, karşısında duran kocaman hilale baktı; hep dolunay mı getirecekti felaketi, mucizeyi. Boynunda tuttuğu tülün parçalarını birbirine bağladı, pencere çerçevesinde ayağa kalktı. Çıplak evinde çırılçıplaktı. Kendini boşluğa bıraktı. Havada süzüldüğünü sanırken bir yandan hala bağırıyordu: “ Tanrım bak nasıl uçuyorum.” . Ağzını kapatamadan yere çakıldı. Kıpkırmızı kanı tülün beyazını bastırırken, yüzünü asfalttan kaldıramadan mırıldandı:
“...ölmeme izin vermezdin Tanrım, var olsaydın!”
berfinbinbir
30.07.10

24 Temmuz 2010 Cumartesi

LOŞ


“Sen bana bir şehrin hüznünden, bir geç kalmışlıktan söz ediyorsun ama…”
Adam sustu. Gözlerini arkasında uzanan kadının aynadaki yansımasına dikti, kadının ayak parmaklarını, bilekleri, beyaz bacak kıvrımlarındaki alınmayı unutmuş tüyleri inceledi. Kadın, yüzüstü uzanmış, bacaklarını ileri geri sallıyordu. Adam, kafasını ellerinin arasına aldı, karnına doğru çekti, az tüylü karnına bakındı. Kadın, uzun uzun sustu; adam incecik ağladı kadının umursamazlığına. Adam sözlerine devam etti:
“ama çok erken her şey için, delirmek için henüz çok genç, çok sakiniz…” . Kadın, yüzüstü döndü, tavana bakarken elini yandaki komidine uzattı. Sarı tütün lekeli ince parmaklarıyla sigara paketini arandı. Dönüp bakmadan el yordamıyla bir sigara çıkardı. Paketten küçük kırmızı çakmağını aldı, tek seferde sigarasını derin bir solukta yaktı. Kafasını çevirip yüzünü içine gömen adama baktı, ardından gözlerini beyaz tavana dikti. Sigara dumanı kirli tavandaki örümcek ağlarına yapışırken kadın sesini ayarlamak için öksürdü. Konuşmak üzere ağzını açıp arkasından vazgeçti. Sigara külleri önce kadının ince beline oradan yatağa döküldü. Bitmek üzere olan sigarasına baktı. Eline bir parça tükürdü, yanan sigarayı suratında boş bir ifadeyle avcunun içine yuvarlayıp bastırdı. Avcundaki sigara izmartini yere atıp elini dağınık beyaz çarşafın içinde gezdirdi. Arkasından yatakta doğrulup yüzünü aynaya kaldıran adama belinden sarıldı. Yüzünü adamın sırtına gömdü, bir elini adamın göbeğinin arasındaki tüylerde bir süre gezdirdikten sonra sonra penisini kirli avcunun içine aldı, yaralı bir kuş severmiş gibi okşadı. Derin bir solukla adamın kokusunu içine çekti. Bir şeyler anlatacak gibiydi fakat sustu. Adam, hiç konuşmayacak gibi duruyordu, kafasını kaldırıp aynaya baktı. Aynadan ne yaparsa yapsın kadının yalnızca bacakları görünüyordu. Adam, kadının küçük bir parçası görünen siyah donuna bakarak “ seni seviyorum” demek için açtığı ağzından ne demek istediği yarım yamalak anlaşılacak şekilde ağlamaklı tiz bir ses çıkardı. Elini penisinin üzerinde gezinen kadının elinin üzerine koydu. Her şeyini koparmak , kadının tüm parmaklarını kırmak istermişcesine olanca gücüyle sıktı. Kadın hiç ses çıkarmadıkça adam daha çok sıkıyordu. Bir anda arkasına dönüp kadını sırtüstü yatağa yatırdı. Elleriyle kadının kollarını açtı. Dudaklarını koparır gibi öpmeye başladı. Ayağıyla yatağın kenarındaki pantolonunu kendisine doğru çekti. Pantolonun arka cebinden bıçağı alıp kadının dişlerinin arasına yerleştirdi. Elini kadının içine soktu. Dört parmağını kadının içinde gezdirirken kanlı et parçalı elini çıkardı. Kadının ağzındaki bıçağı alıp tekrar içine daldırdı. Kadın, tüm sessizliği bozan bir çığlık attı. Beyaz çarşaf kadının kanlarıyla kızarırken, kadın bayıldı. Adam, üstüne yatıp ağlamaya başladı. Bir süre ağladıktan sonra ellerini diliyle ıslatıp kanları beyaz pikeye sildi. Gardırobunu açıp siyah takımını yavaşça çıkardı, yanındaki tekli koltuğa koydu. Dolabın kapağını kapatıp uzun bir süre kahverenginin büyüsüne daldıktan sonra yine aynı yavaşlıkta dönüp siyah takımını giydi. Aynanın karşısına geçip yatağa oturdu. Kendi yüzünü incelerken odanın kapısı çalındı. Adam, kapıyı açtı, aynı kadın içeri daldı güzel bir gülümsemeyle adamın boynuna bir öpücük kondurdu. Adam tepkisizdi, kadına gülümseyip elini tuttu.Kadın önde adam arkada kapıdan çıkarken, adam son bir kez dönüp beyaz temiz çarşaflara baktı. Kapıyı çekip uzun, loş otel koridorunda elele kayboldular.
berfinbinbir.
12.07.10

22 Temmuz 2010 Perşembe

Bir Gece Karanlığında Yanılsayanlar

Kadın gözlerini çıkardı, bütün sevimliliği ile adama uzattı. Ellerindeydi masum bakan gözler, adam onları güzel ellerine aldı, gömleğinin cebine yuvarladı. Gözlüklerini çıkartıp kızın gözlerinin boşluğuna taktı. Gözlüğün kenarından iki damla kan sızmaya başladı. Cebinden çıkardığı bir bezi boşlukta salladı, bez bir çarşaf oldu, adam kadının yüzündeki kanı çarşafa sildi. Çarşafın tam ortasında iki yüzük oluştu. Adam çarşafı yere serdi. Yüzükleri aldı kadının ince parmaklarına taktı. Kendine de bir tane alıp, aynı cebe attı. Çarşaf yine bembeyazdı. Kadın yerdeki çarşafa uzandı, adam kadını çarşafta yuvarlayarak sardı. Aldı kucağına bir yolu yürümeye başladı. Çarşaf kıpırtısızdı. Türlü türlü caddelerden geçti adam kucağında bir çarşafla, çarşaf hala kıpırtısızdı. Bir tabut gördü, çarşafa sarılı kadını içine bıraktı. Cebinden gözleri çıkardı, tabuta koydu. Yüzüğü çıkardı, kadının göğsüne yerleştirdi. Tabutu kapattı. Elini cebine attı, bir halat çıkardı. Halatı tabuta bağladı, tabutu beline. Yollarda yürüdü. Kuru bir toprağa geldi. Düğümleri çözdü. Tabutu bıraktı, yoluna devam etti. İnsanlar hepsine baktı, ama hiçbiri hiçbir şey görmedi. Bir çoğunun zaten gözlüklerinin altında gözleri yoktu.


berfinbinbir
29.05.10

(KALDIRIMTAŞI fanzin#1)

Bahçe.



Kimsesiz bir gündüzün kıyısından geceye doğru yürümeye başlayan bir kadının öyküsüdür bu, ne zaman biter öykü ne zaman tamamlar kendisini bilinmez. Kendi nefesiyle hissettirecektir size en derin yarasını. Yarasın güzel insanlar.

1. “Yeni Dünya”ya Doğru

“Hayır efendim ben yürümüyorum. Toprak bu ayaklarımın altından kayan, ve azalan bu korkunç gece benim soluklarımda. Bir köprünün üstünde sallanan eteklerim yalnızlığımın kapılarını zorluyor, çok şiddetli bir rüzgar gibi yumrukluyor. Ben artık yürümüyorum, tırmanıyorum en derin bahçeme doğru. Denizlerin ağladığı ıslak toprağı hissediyorum topuklarımda. Uzun elbisem kir içinde, saçlarım çamurdan yüzüme yapışıyor. Duramıyorum, o kadar eminim ki ben dursam dünya duracak benimle, engel olamıyorum. Yılanlar yürüyor su yollarında, takipteyim.
Gözlerim kapalı, açarsam eğer…

Gittikçe azalıyorum, eteklerim köprüde.
Ne kadar küçüğüm, ne kadar küçülüyorum.
Kilometrelerce uzakta insanlar, evler, araba sesleri, kirli su birikintileri..
Kilometrelerce uzaktayım.

Açarsam eğer gözlerimi…

Bir toprak parçasında görüyorum çocukluğumu, çalılıklarda ilk-gençliğim, ağaç kovukları bütün sevgililerim. Eskinin acısıyla bir yeni dünya bu, döne döne elimde kalana. İçime sinen benim toprakla alışverişim nefeslerimi ve nefesleri ağaçların benim dünyam. Ne yokuşlar indim çıktım, bu kez tırmanıyorum bir bahçeye, bahçe-de, bahçem-den. Cennet ve cehennem nasıl yakın dilimde birbirine fakat ben bilmediğim bir dilin sanrılarını yaşıyorum. Hayır gerçekten yürümüyorum. Kökünden kopan elimde kalan saçlarımla bağlanan hayatlar bana, kopuyorum gerçekliğimin köklerinden en gerçeğe.

Ağızlarında elma taşıyan yılanlar fark eder mi şimdi bir eksiklik olduğunu?
Merak etmiyorum uzaktaki bir hayatı; kandıran bir ruh, kanacak bir adam yok bahçemde.
Varmak üzere tırmanırken yola
Ve varamadan sona, dinleniyorum ağaçların altında. Her karanlık yeşil şimdi, her karanlık kahveden uzakta toprak rengi…"

Şeytan Uçurtması

yumuşak bir kadın sesine dönüşüyor hayat;
tam da elektrik tellerine takılan uçurtmalar mevsiminde
alabildiğine yeşil ve keskin şimdi
kalbi çarpan bir zümrüt gibi
-oysa bahar biraz daha geç gelseydi
ben uçabilirdim
kendimi bırakıp gri boşluğa
etimin kemiğimden ayrılışını
tuz buz halimi görebilirdim-
ama ben
birkaç şiir okudum düşmeden önce
ve bahar geldi.
her mevsim aynı tele takılan uçurtma kuyruğuydum geçmiş sayfalardan yapılan
dokunsan kopacak bir ağla tutunurdum hayata her baharda
ve her baharda onları görürdüm.
yine gördüm.
gri boşlukta düşüşleri
parçalanan etleri
tuz buz olmuş kemikleri
yeşilin içindeki kırmızıyı
ben gördüm.

gereksiz sözcükler*at kafası

"gözlerimde söndürüyorum loş sokak lambalarını/ senden uzakta sen olmaya yaklaşıyorum bir kez daha/ ve hala sana yoruyorum her sancıyı..."





Ne kafası bu hala aynı trip
Loş sokakmış, sancıymış tırı vırı hepsi
Herkes ayrı bir alem olmuş gezinirken

Dünya döne döne geçiyor benim üzerimden bense kendimden
Israrların sonucu etmediğim bu küfürler parçalıyor dilimi
Benim hala başım dönüyor

At kafası gibi ulan şu aşkın kafası
Hem ağrıtıyor hem ağlatıyor

Rüzgarda giden atın yelelerinde sevişmek isterdim senle
ama yine haklısın sevgilim
İnsan pire olamıyor böyle bile bile!


27.04.10
berfinbinbir



Kahverengi Yeleli Kart Atlarım

benim güzel zamanlarım olacak arada ve sırada
güzel göründüğüm zamanlar
tesadüftür ki sen olmayacaksın
gideceğini düşünüyorum
-senin gideceğini değil
hayır ben de gitmiyorum-

sana bu kartı Paris'ten de atmıyorum

bir şeyler anlatmalı sana
pirelerden bahsetmeli
kahverengi yelelerden

ben anlatırdım ama yapmıyorum
bu kartı ben sana atmıyorum

akım gibi güneşe akım gibi ama o değil
elektrik akımı da değil
hayır zaten aramızdaki de elektrik çekimi değil
edebi olanlar
ideolojiyle de yakından uzaktan ilgisi var
seninle yok
bizim romantizmimiz gibi devrimci olanla biten
bizi bu kadar gerçekçi yapan

-toplumsuz-

ama benim atlarım da gerçek
atlamalarım da bulutlardan yanına
şimdi aramızda acı bir mızıka sesi uyumakta
bense fısıldıyorum yine
-uzun süren sessizlikten sonra konuşmaya korkar gibi sesimin nasıl çıkacağını bilmeden- fısıldıyorum içime uyuyan sözcükler
hiçbir şeye uymadan sana u'yu'yan sözcükler

ben artık kaçmıyorum
kart atmıyorum.


23.06.10
berfinbinbir